Onlar Hala Hayatta

Her insan böyle değil di mi ?
Yalan söylemeyenler de var
Beni kandırmayanlar da
Duygularımı önemseyenler
Beni dinleyenlerde var
Var di mi…

Bu kadar acımasız değil di mi insan ?
Üzüldüğümü bilenler de var
Nedenini soranlar da
Bana değer verenler
Yazdıklarıma sevinenler de var
Var di mi…

Karşısındakinin insan olduğunu da unutmayanlar var dimi ?
Onlar hala hayatta
Belki yanımda değiller ama
Öyle insanlar hala var
Var di mi…

Kararlar

Hiç -Neden ? diye sordunuz mu kendinize ?

Neden buradayım ? Neden böyle bir insanım ? diye.

Elbet sormuşsunuzdur…

Aynanın karşısına geçip uzun uzun bakmışsınızdır kendinize ve içinizden –Acaba ? demişsinizdir.

-Acaba istediğim yerde miyim…

Kararlar,

Benim, senin,onun…

Hepimizin kararları.

Bizi, bazen çok istediğimiz bazense hiç istemediğimiz yerlere sürükleyen kararlarımız…

Ben, hayatımı değiştiren kararların doğru olduğuna inanan bir insan değilim

Hiç bir zaman da olamadım.

Kim bilir, belki abartıyorumdur. Çünkü çoğu zaman olmak istediğim yerin tam olarak neresi olduğunu bilmiyordum.

Nereye ait olduğumu, ne olmak istediğimi, neler yapmak istediğimi…

Hiç bir zaman,

Tam olarak bilmiyordum.

Lise yıllarıma gidiyor aklım. Gün geliyor, koca koca evler,villalar,apartmanlar tasarlayan bir mimar olmak istiyordum,

Gün geliyor sırtında çantasıyla dünyayı gezen bir fotoğrafçı.

Çizimlerime bakıp ressam,

Gitarıma bakıp müzisyen…

Ne Ara Alıştık ? – 1

Dünya değişiyor,

Doğa, teknoloji, ilişkiler, yaşam tarzları, alışkanlıklar, düşünceler, simgeler, iletişim, zevkler, ihtiyaçlar ve diğerleri. Kısacası HER ŞEY.  Bulunduğumuz bilgi çağı içerisinde hepsi akıl almaz bir hızla değişime ayak uyduruyor.

Peki ya biz ?

Biz bu değişme ne ara alıştık ?

Gelin çocukluğumuzdan başlayalım,

Çocukluk dedim ya, aklıma ilk oyunlar geldi. Mesela, mahalle maçları. Bir çocuk için belki de en önemli şeylerden birisiydi. Her mahallenin bir takımı vardı. Hafta sonu gelince, sokak kenarlarından toplanan taşlarla kaleler yapılır ya da okuldan çalınan tebeşirlerle duvara direkler çizilirdi. Eğer iyi oynayanlar varsa aynı takımda olmazlardı, eşitlik vardı yani. 3 korner bir penaltydı mesela. Goller kalecinin boyuyla doğru orantılıydı, zıpladığında yetişemiyorsa gol sayılmazdı. Abanmak veya burun vurmak yoktu. Frikiği kullanan kişi barajı ayarlamak için önce var gücüyle zıplar, sonra koca koca 3 adım daha atardı.   En önemlisi anne-baba çağırınca maç biterdi, akşam ezanından sonra kimse kalmazdı sokaklarda. Peki ya şimdi ? Sokakta top oynayan çocukları en son ne zaman gördünüz ? Ya da uzun zamandır bir çocuk kapınızı çalıp -Abi, topumuz sizin bahçeye kaçtı da, alabilir miyiz acaba diye sordu mu ? Hayır değil mi. O zaman nereye kayboldu bu çocuklar, neden yoklar ortalıkta ?

Cevabı basit, değiştiler çünkü. Artık mahalle maçlarını odalarındaki playstation’dan yapıyorlar. Haftasonu toplanıp sokağa çıkmak yerine, playstation cafeye gidiyorlar. Artık olmak istedikleri futbolcu HAGİ yada TAFFAREL değil, onlarda değişti. Kimin gücü 99’sa o olmak istiyorlar. Eşitlikte kalmadı, en güçlü takım hangisiyse onu seçiyorlar. Koşmuyorlar, yorulmuyorlar, terli terli soğuk su içmiyorlar. Anne-baba da çağırmıyor, rahatlar yani. Zaten 3 korner penaltıda değil artık. Ve soruyorum,

Biz bu değişme ne ara alıştık ?

Biz nişan almayı yakar topla, 9 taş’la öğrenmiştik,  onların yerini  Call of Duty, Batllefield ve FarCry aldı şimdi. Biriktirmeyi misketlerle, tasolarla, gazoz kapaklarıyla, futbolcu kartlarıyla öğrenmiştik, onların devri kapandı mı ? Knight, WoW veya Silkroad biriktirmeyi öğretebilir mi koca bir nesile ? Yarışmayı oyuncak arabalar sürerek, sokakta bulduğumuz tekerleği yuvarlayıp arkasından koşarak öğrenmemiş miydik ? Onlar Need For Speed’le  Blur’la öğrenebilecek mi sizce ?

Saklambaç, uzun eşşek, kör ebe, simiiiit, topaç, çelik çomak ve geri kalan daha bir sürü oyun. Bunların hepsini bir kenara bırakıp, bilgisayar başında saatlerce aynı oyunu oynamaya ne ara alıştık ?

Sadece oyunlardan ibaret değildi tabi değişenler. Televizyondakiler de çok değişti. Hatırlarsınız belki, çok uzun zaman olmadı çünkü Çılgın Bediş izleyip deli gibi Macarena dansı yapalı, ilkokulda flütü elimize aldığımızda ilk Memoli’yi çalalı ve -Bana sadace arkadaşlarım Memoli der deyişini. Mehmet Ali Erbil’in -Uğur derin dondurucuuu taklidini yapalı.  İtilmiş ve Kakılmış’ı, Sürahi Nene’yi, Bizimkileri, özellikle de Sosyal Alkolik Cemil’i, Kaygısızları, Gülbeyaz’ı… bunları izleyeli de çok uzun bir zaman olmadı. Peki ya şimdi ? Eski tadı var mı dizilerin, filmlerin, karakterlerin ? Ya da şöyle sorayım, neden eski tadı bulamıyoruz ? Arka Sokaklar bir Memoli ediyor mu ? Ben Bilmem Eşim Bilir bir Çarkıfelek, Kuzey Güney bir Gülbeyaz ediyor mu ? Ya da İşler Güçler, Sürahi Nene kadar içten gülümsetiyor mu bizi ? Soruyorum,

Biz bu değişme ne ara alıştık ?

Peki ya kocaman radyolarımızdan internet radyolarına geçişimiz nasıl oldu ? Cebimize sığmayan discmanlerimizden ipod’lara, Kaset koleksiyonumuzdan harddisteki müzik arşivine, 36 pozluk fotoğraf makinamızdan 20 MP’lik devasa aletlere, gece yastığımızın altında sakladığımız günlüklerimizden sosyal medya sitelerine, odanın köşesinde duran gramofonumuzdan müzik setlerine, açık hava sinemalarımızdan 3D sinemalara, iki kişinin zor taşıdığı tüplü televizyonuzmuzdan 47” Led TV’lere geçişlerimiz. Sosyal hayatımız ne ara bu kadar hızlı değişti. Ve soruyorum

Biz bu değişme ne ara alıştık ?

Lonely Day

Such a lonely day
And it’s mine
The most loneliest day in my life

Such a lonely day
Should be banned
It’s a day that I can’t stand

The most loneliest day of my life
The most loneliest day of my life

Such a lonely day
Shouldn’t exist
It’s a day that I’ll never miss

Such a lonely day
And it’s mine
The most loneliest day of my life

And if you go,
I wanna go with you
And if you die,
I wanna die with you
Take your hand and walk away

The most loneliest day of my life
The most loneliest day of my life
The most loneliest day of my life

Such a lonely day
And it’s mine
It’s a day that I am glad I survived.

System Of A Down – Lonely Day

Maya’sı Tutmadı Ya La

Biliyorum, 7 ay sonra başladı bu yine konuşmaya susmak bilmez artık her gün yeni bir yazı paylaşır kafamı şişirir diyorsun. Valla doğru diyorsun panpa.  Kafanı şişirmeye geldim yine ister oku ister okuma. ( Yazar burada trip atıyor, aslında “oku ulan, oku işte !” demek istemiş. ) Bu arada bir şey fark ettim. Artık daha az yazım hatası yapıyorum. Baksana şimdi nokta, virgül, noktalı virgül, imleç, tümleç her bok var. Yalnız bir sorun var, gördüğün gibi hala argo kelimeleri düzeltebilmiş değilim. Yapacak bir şey yok.

21 Aralık’tan konuşmak istiyorum biraz,

Evet üstüne çok muhabbet döndü çok eleştirildi, ciddiye alındı, gülündü ağlandı. Şirinceye gidenler oldu. Muhtemelen şimdi dönüyorlardır. Yazık. Bunlar yaşanırken bende muhabbetin içine atlamakta geç kalmadım tabi. Herkes gibi esprimi yaptım, twitterda retweet almaya çalıştım olmadı falan. Sağlık olsun. Elbet başka bir muhabbet çıkar ortaya. Fenomen olacağım ben !

Tabi herkesin aklında aynı soru vardı. Ulan ya tutarsa ? Şimdi beni çok dindar biri olarak görme ama Siktir git lan ! Ne kopması ? Şu yüzden diyorum bunları. Biz hangi yılda yaşıyoruz abi ? 2012.  Cep telefonu senin eline ilk ne zaman geçti ? 2006. Hadi biraz yaşı ermiş biri olduğunu varsayalım 2000 olsun. İlk bilgisayarını ne zaman aldın ? Oda 1995 olsun. Bunları neden sordum bak anlatayım. Dünyanın yaşı yaklaşık 4,54 milyar yıl. İnsanlığın başlangıcı ise 25 milyon öncesine dayanıyor. Şimdi dünyanın oluşumundan itibaren 1900 yılına kadar icat edilen bütün buluşları ve teknolojileri düşün. Taş, sopa, tekerlek, para. Düşündün mü ? Şöyle bir bilgi vereyim sana. Dünyanın oluşumundan itibaren bulunan bütün icat ve teknolojinin tam 100 katı, 1900 ile 2012 yılları arasında sadece 112 yıl içinde bulundu ve keşfedildi. Hala gelişmekte olan teknolojiden bahsetmiyorum bile. Mayalar dediğin ise M.Ö. 600 yılında kurulmuş bir millet. O zamanlar ne elektrik var ne internet ne iletişim ne teknoloji. İşte burada bir durup düşünüyorum kendi kendime. Lan diyorum kadir, Nasıl ya ? Bundan 2600 yıl önce yaşayan insanlar nasıl olur da dünyanın sonu gelecek diyebilir ? Tamam, şunu kabul ediyorum. Bizden önce yaşayan insanlar belki bizden daha zekiydi. Belki beyinlerinin bizden yüzdece daha fazlasını kullanabiliyorlardı. Zamanla insanların beslenme alışkanlıkları ve yaşam tarzları nedeniyle insanların beyni körelmeye başladı. Böyle bir teori var ortada. Kabul edilebilir. Ama bir seviyeye kadar. Kesinlikle bizden binlerce yıl önce yaşamış insanların gökyüzüne bakıp hesaplar yaparak, 21 Aralık 2012 günü dünyaya göktaşı çarpacak ve bütün insanlık yok olacak diyebilmesini kabul edecek kadar değil.

Burada bir şeylerin altını çizmek istiyorum. Eski çağlarda olan büyük gelişmelere, takvimler yapılmasına, günlerin, yılların hesaplanmasına inanmıyor değilim. Mısırlıların Nil nehrinin taşmasına bakarak ya da Babillilerin Ay’ın hareketlerini izleyerek şimdi kullandığımız takvimlere çok yakın değerlerde hesaplar bulduklarını biliyorum ve inanıyorum da. Bu hesapları Mayalar da bulmuş olabilir. Ama burada ki kilit olay 2600 küsür yıl sonra dünyaya bir göktaşının çarpacağı iddiası. Saçma gelen bu. Hadi gel biraz daha geniş olalım. Şu da kabul edilebilir; dünya sürekli bir değişim içerisinde. Bilinenlere göre iki döngü var. Biri buzul döngü diğeri ise ısıl döngü.  Dünya ilk meydana geldiğinde alev topu şeklindeydi ve sadece magma vardı. Zamanla soğudu. Yer kabuğu soğumaya ve katılaşmaya başladı. Bu şekilde devam etmesiyle bildiğin gibi buzul çağı yaşandı. Bu dünyanın ilk ısıl döngüden buzul döngüye geçişiydi. Şimdi ise tekrar buzul döngüden ısıl döngüye geçme sırası. Bunu her gün televizyonda izlediğin kutuplar eriyor, küresel ısınma var, canlılar yok oluyor gibi haberlerden de çok rahat anlayabilirsin. Velhasılı kelam konuyu şuraya bağlıyorum. Mayaların 2012 kehanetini araştıran bir çok bilim adamı bunun bir son değil başlangıç olduğunu söylemekte. Yani Mayalar aslında 2012 derken dünyanın ısıl döngüye geçişinin başlamasını anlatmak istemiş olabilirler. Bu da sorgusuz sualsiz kabul edilebilecek bir hipotez değil ama en azından göktaşı saçmalığından daha inandırıcı olduğu kesin.

Son olarak bir toplayayım yazdıklarımı. Ben, çok fiili olarak olmasa da inancı olan bir insanım. İnanan herkes gibi kıyametin ne zaman kopacağının bir tek Allah tarafından bilindiğine inanıyorum. O yüzden sana tavsiyem. Eğer çevrenden böyle ütopik olaylar duyuyor isen yapman gereken sadece birazcık araştırma. İnan google amca sana her zaman doğruyu söyler.

New World Order !

Bayağı oldu, kafamdakileri yazıya geçirmeyeli. Son post’uma baktım tarih; 8 Mayıs 2012.  Doğançay’a gitmişim. Okudum tekrar. Neyse konumuz o değil.

Konumuz o değil dediğim aslında bir konumuz yok. Yine canım sıkılıyor işte, yazayım bakalım ne çıkacak dedim kendi kendime. Önce bir geçmişe bakayım ne olmuş o günden bu güne.

Üstünden koca bir yaz okulu geçti. İki ders almıştım, geçtim ikisini de. Yeni evimize taşındık Önay’la. 2 odalı, affedersiniz ama kıçım kadar ev. 60 m². Zor sığıyoruz. Ahmet gelince ayakta uyuyor yani o derece. Apart diyorlar bunlara, elektrik, su, doğalgaz her şey dahil. Ama altına not düşmeyi unutmuşlar. “İnternet sürekli kesilir, doğalgaz arada bir yanar. Sıcak suyu bulursanız bize de söyleyin” diye.

Yaz okulu bir şekilde bitti. Şimdi önümüzde her birimizi meslekte Steve Jobs’a çevireceğini sandığımız stajımız vardı. Gittim bende, Beşiktaş’ta iki gökdelen inşaatının olduğu bir şantiyeye. Sabah 8 akşam 5, memur gibi. Her gün gel babam git babam. Baret, yelek, bot… robocop gibi geziyorduk ortalıkta. Bir şekilde oda bitti. Geriye bir tek metrobüs için çıkardığım öğrenci akbilim kaldı elimde.

*** Bu arada şimdi 21 Aralık oldu, bekliyoruz hala kopmadı. ***

*** Ayrıca duyduğum kadarıyla 13.11’de kopacakmış. ( Kaynak H.İ.İ.K ) ***

Sonra yine geldi çattı okul. 3. sınıf olmuştum hala integral alamadığım gerçeği devam ediyordu. Nereye varacak bunu sonu çok merak ediyorum. Hadi mezun oldum diyelim, eee sonra ? Ben inanmıyorum ki mezun olduktan sonra tek başıma bir çelik tasarım yapayım, yada binanın statiğini falan hesaplayayım. Kafa liseden mezun olduğu gibi kalacak. Artı yok, aslında eksi de yok.

Anlaşılan bu ara sadece fotoğraf yönünde gelişmişim. Gerçek şu ki hala gerçekten fotoğraf çektiğimi düşünmüyorum. Etrafımdakilerden çok iltifat geliyor. Çok iyi çekiyorsun, valla kıskanıyorum seni, nasıl böyle çekiyorsun vs. Ama bunlara inanmamam gerektiğini biliyorum en azından. Daha önümde çok yol var, dur kadir daha başındasın yolun diyorum kendi kendime. Bence demek lazım. Bu yazdıklarıma biraz ters kalacak ama artık daha iyi fotoğraflar çektiğimi de biliyorum. Kafan karıştı dimi ? Neyse siktir et.

Hadi öptüm görüşürüz panpa.

Doğançay Doğa Yürüyüşü

Tam da çok sıkılmakta olduğum haftanın birinde facebookta bi afiş gördüm. Sakarya Üniversitesi ve Sakarya Belediyesinin ortak çalışması olan bi doğa yürüyüşü. Hep de merak ettiğim bi yerdi Doğançay ama bir türlü gidemiyodum. Bu fırsat kaçmaz dedim kendi kendime. Neyse aradım yazdırdım ismimi ama doğa yürüşüyü diye biliyodum ben. Nerden bileyim ölüm yürüyüşü olduğunu.

5 Mayıs sabahı, saat 9:30 kent meydanında toplandık bindik otobüslere gidiyoruz. Tam 220 kişi.  Çok uzakta değilmiş Allah’tan. 15 dk ya vardık doğançaya. Köyün girişi ayrı bi güzeldi ama bir bayağı ileriye girdik köyün içinden. Yol bitincede durduk zaten. Bi gün sadece köyü fotoğraflamak için tekrar gidebilirim. Neyse geniş bi alan buldukdan sonra indiriyolar bizi otbuslerden. Tahminen besyoda öğretmen olan bi hoca geçiyor karşımıza ve konuşmaya başlıyo. İki tane parkur olacakmış. Biri kolay diğeri zorlu. Kendine güvenmeyenler zorlu parkura katılmasın diye uyardı ama ne kadar zor olacağını söylemediği için bizde sazan gibi atladık tabi. Ama şelalenin fotoğrafını çekmek için gitmiştim oraya. O yuzden zorlu parkuru da seçmek zorunda kaldım.

Otobüslerden indikten sonra bi 20 dk mola verildi sonra zorlu parkur ve kolay parkur diye ayırdıkları yuruyuse katılmak ısteyenler belirlendir. 180 kişi zorlu parkur için yola çıktık ve aksiyon şimdi başlamıştı. Dağın tepesine doğru giden, iki arabanın rahatlıkla gidebileceği bi yola girdik ve dağa doğru tırmanmaya başladık. Bu dönemeçli yol aşağıda bıraktığımız otobusler serçe parmak boyutuna gelinceye kadar devam etti. 1 saatlik bir tırmanışın sonunda artık aşağıdaki hiç bişi gözükmüyodu. Önümüzü iki yol ayrımı çıktı. Rehberlerimiz en bi eda ilesol taraftan gençler diye bağırıyodu. O yola girdikten yarım saat sonra ufak bi akarsuya rastladık ve herkesin suya saldırması bir oldu tabi. Bu akarsudan sonra yol patika şeklinde devam ediyodu ve tek kişinn bile rahatça yürüyebileceği bi yol değildi. Düşün 180 kişi patika yoldan tek sıra halinde gidiyoruz. sol tarafımız uçurum ! Patika yoldan yürüyüşümüz 45 dk felan sürdü. ve ne olduğu belirsiz bi yere geldik. Tabi yolda gelirken b kaç eve rastladık ve ben bunlarda neyin nesi burda demeden geçemedim. Patika yolun sonunda geniş bi düzlük bizi bekliyordu. Vardığımızda bütün kalabalık orda toplandık ve bi 10 dk dinlenme molası verildi. Ama asıl zorlu parkur sımdı başlıyomus haberimiz yok. Şelale geldiğimiz yerin yaklaşık bi 150 m aşağısındaydı ve dik bi rampadan halatlarla iniliyodu. Dik diyorum ama nasıl dik olduğu tahmin edemezsiniz. Ben diyim 70 derece siz diyin 80 derece. O derece yani !

O rampayı gördükten sonra içimden uzuun bi hassiktir çektim. E hocam napıcaz şimdi dedim besyocuya dönüp.  İsteyenler inebilir diye bi cevap aldım. Sonra hee dedim bu kadar yürüdük şelaleyi görmeden geri mi dönücem. Hocam ver bi halat !

O rampadan götüm götüm ilerlerken “ulan ben napıyorum” dedim sürekli içimden. Olacak iş mi. Extereme sporları hayatta sevemem şimdi gelmiş dağın yamacından halatla aşağı iniyorum işe bak sen. Neyse öyle böyle indik yamaçtan ve şelaleyi gördük. Görüncede derin bi ohh çektim içimden ama hemen aklıma bunun bide geri dönüşü olduğunu getirdim saf gibi. Yine bi hassiktir çektim.

Bundan sonrasıda öncesi gibi aynı boşuna yazmak istemıyorum. Gördük şelaleyi ve aynı yoldan geri donduk. Toplam 3 bucuk saat sürdü. Yürüme mesafesi 25 km, yükselti 450 m.

Not: O gün ayaklarımın tabanı su topladı ve 2 gundur aynı. Yürüyemiyom lan !

Midas’ın Kulakları ve Uçart’ma’ Şenliği

Bugünü kendime sosyopolitikalanalizasyon günü olarak adadım ve şunu fark ettim SAÜ yavaş yavaş canlanıyo. Etkinlikler üst üste gelmeye başladı. Tiyatrolar, eğlenceler, yarışmalar vb. Sevmeye başladım kampüsü açıkcası. Ama bi radyo etkinliği vardı bak ona katılmayı unuttum.

Öğlene doğru gerçekten güzel düşünülmüş bi uçurtma şenliği vardı bayrak tepede. Yaklaşık 50 tane uçurtma vardı sanırım. Ama havada gördüğüm 5 yada 6 tanesiydi. Biraz hüsran oldu gibi o kadar çaba. Çünkü rüzgar bi türlü gelmek bilmedi. Bende elimde fotoğraf makinesi, oturdum çimlere uçurtmayı kaldırmakla cebelleşen öğrencileri seyrettim. İpleri birbirine dolanınları izlemek ayrı bi zevkti benim için. Ulan fotoğraf çekmeye geldik şu manzaraya bak. Kamerayı nerdeyse hiç açmadım diyebilirim. O yüzden adını uçurt’ma’ şenliği koymuşlar herhalde. Adı üstünde uçurtma lan otur oturduğun yerde der gibi.

Ama uçurtmanın hüsranlığını fazlasıyla unutturacak bi tiyatro oyunu vardı akşam. Midas’ın Kulakları ! Üniversitenin tiyatro kulubü gerçekten kendini aşmış diyebilirim. Tek kelimeyle muhteşem bi oyundu. Kostumler, sahne kullanımı, ışıklar, müzikler… her şey. Oyunda ayrı olarak tebrik etmek istediğim iki insan var. Birisi o ince sesi çıkaran çocuk ! Gerçi izleyemeyenler bişi anlamıyo şuan ama olsun. İkincisi orda güveliği sağlayan kişi rölünde oynayan çocuk ! ( kısaca polis diyim ) Elindeki düdüğü düşürdükten sonra eliyle ıslık çalarak o anı çok kısa ve mükemmel bi şekilde toparlamasına hayran kaldım. Doğaçlama böyle bişiymiş demek.

Bugün güzeldi, hep güzel kalması dileğiyle…

Otomatik Kapı

İnsan der ya hani ulan bütün akıllılar (!) beni mi buluyo diye. Benimde deme zamanım gelmiş artık. Harbi nerden buluyonuz lan ? Adres defteri gibi bişey de adım mı yazıyo ? Elinizle koymuş gibi çıkıyonuz karşıma. Geçenlerde birisi daha geldi bak şimdi muhabbete bak.

Günlerden ya perşembe ya cuma onu hatırlamıyorum ama biten bi haftanın yorgunluğunu hissediyodum. Minibüsten inmiş salına salına gidiyodum evime.  Binanın önüne geldiğimde kapıda genç ve kapalı bi kızın dikildiğini gördüm. Sıkılmış bi halde yukardan arkadaşlarının kapıyı açmasını bekliyodu %99. Yavaşca yaklaştım kapıya “pardon” dedim kız kenara çekildi. Anahtarımı çıkarıp kapıyı açtım, içeri girdim ama elim hala kapıda. Kenara çekildim biraz kıza doğru döndüm ” buyrun” dedim. İşte şimdi başlıyo aksiyon. Kız ne dese beğenirsiniz ? Düşünün biraz aklına gelen en saçma cevabı verin bana. Emin olun 40 yıl düşünseniz aklınıza gelmicek bi cevap aldım.

“Yok, ben yukardan arkadaşların açmasını bekliyorum …”

Böyle bi cevapta karşınızdakine ne deseniz yalan olursunuz, zaten. Hani cem yılmazın espirisi gibi ” sandalye ? aldım anam geçti”. Aynı şekilde bende yalan oldum tabi. Gözlerimi kısarak şöyle bi baktım kıza ” anlamadım ? ” dedim. Aynı cevabı verdi. O an hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti resmen, bedenen ordayım ama ruhum sanki californiada bungee jumping yapıyo gibi hissettim. Noluyo lan felan dedim içimden, kamera şakası felan mı bu ? Arada bi kaç saniye kapıya baktım sonra tekrar kıza baktım sonra tekrar kapıya. Kapının mandalını yavaşca bıraktım elimden. Ben sabitim ama kapı usul usul slowmontion şeklinde kapanıyodu. Hareket edemedim o an. Zaten 2 saniye sonra felan yukardaki arkadaş otomatiğe bastı. Orda dikilen kız kapıyı açtı ve suratıma bile bakmadan yoluna devam etti.

Şimdi gel gelelim burdan çıkardığım sonuça. Hiç bişey ! Evet burdan hiç bi sonuç çıkaramadım amk. Hala da düşünüyorum acaba o kız o ruh haline nasıl girdi diye. Hindistanda yoga felan mı yaptın pezevenk ! Söylede biz de gidelim. En azından nasıl bu kadar mantıksız cevap verebiliyosun onu anlarım. Hatta mantıksız demek bile iltifat kalır ama neyse.

2 Araştırma Görevlisi, 1 Profesör, 1 Doçent

Başlığı öyle bir attım ki sanki fıkra anlatacakmış gibi hissettim kendimi. Ama bugün başımdan geçen bi olayı anlatıcam size. Garip ama üniversitede okurken aynı gün 4 farklı hocayla karşılaşmak beni çok şaşırttı doğrusu. Sabah sabah devrelerimi yaktılar yemin billah.

Evden çıktım, kahvaltımı yapmak için o mükemmel çikolatalı simit satan fırına gidiyodum. İlk sokağı döndüm ve karşımda bi araştırma görevlisi genç. Derslerimize girmiyo ama sınavlarda yaptığı ibnelikler daha dün gibi aklımda. Yok telefon kapalı olacakmış, kimlikler sıranın üstünde olacakmış, kağıtlar açılmıcakmış falan filan. Orda artistlik yaparken iyidi hadi şimdi gelsene lan ! diyesim geldi ama bi baktım ağacın dibinde dikilmiş elindeki telefonla uğraşıyo. Yüzünde bişeyden tırsmış gibi bi havası var. Yada kız arkadaşını beklermiş gibi. Yanından geçtim gittim. Beni görmedi zaten görsede tanımazdı amk.

Çark caddesine girdim yoluma devam ediyorum, hoop o da ne. Bir araştırma görevlisi daha. Bu sefer biraz yaşlı olan. Yaşlı dediğim diğerinde 5-6 yaş büyük herhalde. Bu zamana kadar nasıl araştırma görevlisi olarak kalmış orası tartışılır cinsten. Onunda yuzunde aynı ifade. Biraz tırsmış, biraz endişeli, sanki banka soymuş gibi bi havası var. Caddedeki bi dükkanın önunde mal gibi dikiliyo. Onu görür görmez şöyle bi arkama baktım, hassiktir noluyo lan nerdeyim ben diye. Ama görevliler sonuçta bi yandan da köle sayılırlar zavallım. hocalar eşşek gibi koşturtuyo bunları. Yoluma devam ettim.

Mis gibi bi havada simidimi yiyip çayımı yudumlarken, hobaaa. Ufukda bi profesör belirdi. Uzaktan bana doğru geliyodu. Bunuda görünce artık bi kıllanmaya başladım. Ne tesadüf bununda suratında aynı ifade. Sağa sola bakarak hızlı adımlarla geliyo sanki FBI kovalıyo amk. Yanımdan hızlı bi şekilde geçiyo gidiyo bense sadece bakıyorum. İçimden neler kurmuyorum ki neler. Dedim herhalde milyonda bir ihtimali yaşadım şuan. Bi hoca daha görmek istemiyorum. Yoksa bunlar bi işaret mi dedim bi an.

Fırından çıktım eve gidiyorum ve altın vuruş. Bir doçent görüyorum ki iliklerimde bi soğukluk hissediyorum. Hassiktirrr dedim içimden şöyle uzuuun bi şekilde. Bu sefer diğerleri gibi kaçmıyodu bu sakin sakin yürüyodu. Karşı karşıya geldik ” napıyon” dedi böyle siklemez bi tavırla. ” hiiç hocam kahvaltı yaptım evime gidiyorum dedim”. Cevap, ” Çook güzel ” zaten bunun kim olduğunu bizim bölümdeki herkes anlamıştır şimdi.

Bugün bu kadar tesadüfü aynı anda yaşadığım için biraz şüphelenmedim değil. Bunlar kesin banka felan soydular. Ya da ne bilim binanın demirinden felan çaldılar. Ama var bişi yanı kesin.

Kesin !

O anın gelmesini o kadar çok beklemiştim ki…

“Zaman” olarak beklemekden bahsetmiyorum, gerçekten kavuşmayı beklemekten bahsediyorum. Hayatınıza anlam katan şeye kavuşmaktan… Çünkü onu beklemek zamanla anlatılmaz ki. Bir gün bile bir ömür gibi gelir insana.Gecenin bi yarısı uyanırsın, rüyana girmiştir kesin. Peşini bırakmaz asla, aslında sen de bırakmak istemezsin bi yandan. Ona kavuşacağını düşünürsün, onunla birlikte yaşarsın hayatı, ama onsuz… artık hayali senin gerçeğin olmuştur, bazen gerçeğinden daha mutlu ettiği anlar olur. Kesin ! Yatağının karşısındaki duvara bir bant ile tutturursun resmini. Vazgeçmekten korktuğun içindir belki de… kaybetmemek bile değil. Çünkü kaybetmen için sahip olman lazım ona. Ben bundan bahsetmiyorum. Ben, sana ait değil iken bile onun hayalinden vazgeçmemekten bahsediyorum ! Bi kere bile olsa umudunu kesmişsindir kesin, bir kere bile olsa ondan vazgeçmişsindir…

Boşuna direnme, dersi dinleyemezsin hiç bi zaman, daha doğrusu beynine girmez dinlediklerin. Çünkü hayalin pimpiriklidir biraz, kimseyi istemez yanına. Ama yinede direnmişsindir, onun yerini başkasına vermeyi denemişsindir. Olmamıştır kesin. Bazen çok kıskanırsın onu, sırf başkasının yanında gördüğün için. Ama yanına gidip “Sen Benimsin ! ” diyemezsin kesin. O senin değildir çünkü… sen sadece hayaline sahipsindir. Ağlarsın kesin, yıpranırsın… daha sıkı bağlanırsın hayaline, dans edersin onla , sevişirsin…

Ve o an gelir, kavuşursun… İlk önce sıkı sıkı sarılırsın ona, bakarsın uzun uzun, belki yine ağlarsın… Göz bebeklerin büyür, heyecanlanırsın, ellerin titrer kesin.

Eğer bigün gidecek olursa, gider… ama hayalini alamaz senden.

Bırakmazsın kesin !

Kadir Çelik

Pazar Günü Niçin Varmış Anladım

Şimdi bunu okuyosun ya, hiç bu site nasıl olmuş diye merak etmiyosundur. Sadece okuyosun amk. Düşünsene biraz lan. Sinirlendim.

Bugün 2’de kalktım yataktan, baktım şöyle bi bloguma. Ulan dedim kendi kendime bu ne sikko bişi lan ? Değiştir kadir şu siteyi artık dedim. Saat 9, 7 saatir şu gördüğün siteyi yapmakla uğraşıyorum. Pazar günü bunun gibi işler için var galiba biraz anlamış gibiyim olayı. Öğlene kadar uyanamadığım için bugün kahvaltıda yapamadım. Bi öğün yemekle duruyorum be, ama aç değilim nedense.

Neyse bunlar geldi içimden bugün, hadi dağılın şimdi.

He bu arada bugün 23 Nisan, gözlerinizden öpüyorum çocuklar.

Bana Göre

Yazımı tabi ki bugünkü GS-FB maçından sonra etraftaki işsiz, gerizekalı ve mantıksız insanlar yüzünden değil canım sıkıldığı için yazacağım. Ama böyle bişi var harbiden. Yemin ediyorum sabahtan beri gördüğüm lafları “en güzel sokmalık laflar” diye boktan ismi olan bi kitapda derleyebilecek kadar çok. Birin UEFA kupası varmış, biri büyük takımmış, biri bilmem kaç yıldır yenemiyormuş, biri anasının bileziklerini satıp kocaya kaçmış falan filan. Afedersiniz de bu ne lan ? Cidden ne bu lan ? Yada lan ne bu ? Türkçe zengin bir dil işte, sakız gibi mi neydi o ?

O, statta yada evde, ne bilim belki kahvede yada 5 yıldızlı bi otel suitinde izlediğimiz şey, yani maç futbol maçı bi oyun değil mi lan ? Oyun nedir biri bana açıklamasını yapsın. Genelde zevk almak için oynanan şeydir. Oyunu açıklarkende oynanan demek çok saçma biliyorum, ama öle lan ben napim yani. Zevk için yazıyo orda bak iyi okudun mu ? Başkasının araba sibobuna yada onu doğuran doktorun kapıcısına küfür etmek yazmıyo dimi. Bu küfür bölümü ayrı bi genişletilebilir, neyse. Olm düzgün anlayın şu olayı. Tamam anladık taraftarsınız, yürekten seviyosunu, yok onu için ölürsünüz, böbreğinizi satarsınız da, taraftarlık böle bişi değil ki. İzleyeceksin maçını, hadi olm sabri yada ulan atsana onu selçuk gibi cümleler kuracaksın. Maç sonunda adam kesmiceksin, yada yendiğiniz zaman sabaha kadar saçma fotoğraflar paylaşmıcaksın, sanki o golleri sen atmışsın gibi kendini kral sanmıcaksın.

Aslıdna bu yazıyı boşuna yazıyorum ya, ne güzel amk sabaha kadar söylenen saçmalıklara gülüyorum banada sebep çıkıyo işte. Ama size en başta dedim ben canım sıkıldığı için yazıyorum.

Hadi si yu leytır.

Kırılma Noktası

Artık herşeyin anlamsızlaştığını fark ettim…

Neden böyle bi giriş yaptığımı inanın bende bilmiyorum. Ama yakın geçmişte olanları düşündüğüm zaman kısaca aklıma bu cümle geldi. Evet herşey anlamsızlaştı.

Peki herşey mi ?

Yaniiii…

Severek yaptığım işleri saymazsak geri kalanlar anlamsızlaştı diyebilirim. Peki anlamsızlaşmak ne demekti ?

Bence anlamsızlaşması demek artık heyecan vermemesi…

Uğraşırken beni yorgun düşürmesi, bunaltması…

Fikirlerimi öldürmesi gibi bişey.

Örnek mi ? Dersler !

Bu zamana kadar hiç böyle bi sıkıntım olmamıştı, yani dersler diyorum. Hiç bu kadar hayattan soğutmamışlardı beni. Hiç bu kadar düşman olmamışlardı bana.

Önceden böyle değildi, severdim derslerimi. Sorardım, öğrenirdim. Kitabı elime aldığımda merak ederdim hep acaba içinde ne var diye.

Peki ya şimdi ?

Okumaya devam et

İki-Üç Gündebirlik

Her gün kenara köşeye bir şeyler yazınca adı günlük oluyor da iki üç günde bir yazınca ona iki-üç gündebirlik denmez mi kardeşim. Yaptım olacak. Buralar bööööyle yazı dolacak !

Son günlerde neler yaşadım ? Düşünüyorum da bazıları hep monoton hale gelmiş. ( hem monotonu kullanıp hemde hep demek hiç mantıklı gelmedi ama ) Hatta bazıları dediğim şeyler günümün %67,82 sini kapsamış durumda. Örnek, “son 3 haftadır evimde kahvaltı yaptığımı hatırlamıyorum”. Bu cümleyi tırnak içine aldım çünkü bu kalıp asabımı bozuyo. Hatırlaman için ilk önce yapman lazım lan ! Neyse, yapmadım işte sonuç olarak. Biri 3 hafta boyunca sabah kahvaltıda ne yedin diye sorsa ( ki böle salak bi soruyu kimsenin sorcağına inanmıyorum ) 1. güne poğaça-çay yazıp, altına 20 tane “den den” işareti koyabilirim şuan için. Sabahları benim için olaylar şöyle gelişiyor;

– 08:10 , telefonu aldığımdan beri değiştirmeye üşendiğim alarm sesiyle birlikte söverek kalkıyorum yatağımdan

– 08:11, alarmı kapatıyorum !

– 08:53, fakültenin eşsiz manzarasına sahip olan (!) kantinimizde poğaça-çay menüm hazır. Afiyet bal şeker olsun.

Daha önceki yazımda bahsettiğim gibi (bkz: Vizeden Önceki Gün) bir de sadece sınav haftalarında monotonlaşan olaylarım var. Mesela, sınav haftası gelip çattığında benim gözümde nedense herkes çancıdır abi, atarı kaçarı yok yani bunun. Elinde bi kağıt mı var, Aha çancı işte gel buraya !

“Oğlum kadir, boş kağıt var lan elimde kendinde misin sen ?”

“Banane lan, kağıt var mı var çancısın oğlum işte !”

gibi konuşmalar hep geçer o “çancıyla” benim aramda.Tabi herkesin çancı olduğuna inanmam, zamanla yerini paranoyaklaşmaya bırakıyor.

“Vayy, kadir nbr yaa ”

“Git lan, seni pis çancı seniii”

bu artık paranoyak kadirin cümleleri. ( bu dönemde söylediğim cümlelerin mesuliyetini kabul etmiyorum arkadaşlar şimdiden söyliyim.) Bu dönem fazla sürmüyo ama, sınavdan 1-2 saat öncesinde oluşan bi durum. Neyse ki önayın bile çancı olduğunu düşündüğüm anda paranoyaklaştığımı fark ediyorum, olayı bitiriyorum.

Vize haftası monotonlaşan önemli iki nokta daha var. Sınavdan önceki konuşmalar ve sınavdan sonraki konuşmalar olarak ayırabilirim. Bi nevi after-before olayı yani.Sınavdan önce en çok söylediğim şey ” Oğlum hiç bişi bilmiyom lan” dır galiba. Bu cümleyi grafik üzerinde, x doğrusuna “sınav yaklaştıkça” yazıp y doğrusuna da “Toplam söylenme” dersem eğer x² grafiğiyle çok rahat bi şekilde açıklamış olabilirim.

Sınav sonra ise herkesin sevdiği gibi benim de çok sevdiğim cümle ” Boş kağıt verdim abi” dir. Bu önerme, sınav sonuçları açılanana kadar herkes tarafından doğru kabul edilir. Yani p=1. Ama sınav sonucu açıklandığın da kağıdına 2 puan verildiğini gören benim gibi öğrenciler ( mesela Alper, gerçi o finalden 1 puan almıştı ama neyse ) , boş kağıt vermediklerini anlayarak büyük konuştukları için pişman olurlar. P=0.

Ve ! ve ! ve ! Sınavdan çıkılan bi ortamda kesinlikle “şemsiye” kelimesini çok duyarsınız. Fılsıltı bile olsa.

Not: Nedense aklım fikrim hep vizelerde, sınavlarda. Bende anlamadım. Çancı mıyım lan yoksa ben ?

Not 2 : Yok lan şemsiyenin etksidir o.

Kadir ÇELİK

Vizeden Önceki Gün

“Lise bitsin, rahatız oğlum. Yan gelip yatacağız. Valla lan !”

Keşke bu sözü bana kimin söylediğini hatırlasam, hiç fena olmazdı. Ama kulağında çanların cirit attığını hisseder gibiyim. Sözüm size liseliler, yok oğlum öle bi dünya inanmayın. Üniversitede geçirdiğim vakit, lisede söylenen yalanlara küfür etmekle geçti nerdeyse. Ulan bari biri tutsaydı ! Sen gel 4 yıl boyunca g=10 diye öğret, geç üniversiteye 9.81 de, hobaaa ! Pi sayısını zaten anlatmıyorum, allahından bulsun o.

Eee… tamam, kazandım şimdi üniversiteyi. Rahatım. Öyle bi rahatlık ki sanki dünya zikimde değil. Ulan öleceksin deseler, amaann koy g.te rahvan gitsin derim yani o derece. He sonunda ne mi oldu, söyliyim. Okul başladıkdan sonra o rahatlık bi daha hiç uğramamak üzere kocaman bi nah çekip gitti hayatımdan.

İlk haftalar…

Oooo ne güzel yer lan bura. Kıravat yok, zil yok, tenefüslerde ağızımıza sıçan müdür yardımcıları da yok. Sevdim ben burayı, valla lan ! Müge anlı’nın yaptığı tv programları tadında ders işliyoruz, zaten ben x i bulana kadar o gelip beni buluyo sıkıntıdan. Sabahın köründe gidip edebiyat derslerine girmiyorum, yerime imza atan hocalar çıkıyor karşıma. Ama dur bi dk, bu ne lan ! Sakin olun oğlum alışkın değiliz bu kadar el bebek gül bebek okula, fazla geldi birden. Rahatlık battı yani rahatlık !

Vize haftası…

Kazığın sadece ucu sivridir.

Bu özlü sözü söyleyen arkadaşımı anlamaya başlıyorum yavaştan…

Hiç hesaba katmadığım vize haftası aniden bölüyor bu rahatlığı (Pazar günü sınav yapıyorlar bide, asıl o bozuyor zaten moralimi ). Vizelerden 1 hafta önce öyle bir telaş sarıyor ki totomu sorma. Önce ders notu bulmam lazım. Bu aşama için sınıfta yüzünü daha önce hiç görmediğim kişilerle tanışıyorum. Tabi “Merhaba ben kadir, fizik ders notları var mı sizde ?” diyerek ilk selamlaşmada notu alma ihtimalim, hocanın gelip bana soruları verme ihtimalinden daha düşük. İşte bu noktada üniversite bana ileri görüşlü olmayı öğretiyor. Varan biiir ! Demek ki neymiş, vizelerden önce kendine en az 2 tane “dersi dinleyen” arkadaş temin edecekmişsin kadir. Çabalarım sonuç veriyor ve sonunda notlara ulaşıyorum. Tabi bu arada fotokopilere verdiğim paralarla kendime bi iphone alabileceğimi hesaplamadan da edemiyorum.

“Oğlumm, nereye kadar lan sınav”, ” Hoca o konu yok dedi”, “Biz bunu işlemedik lan sormaz bize”

İşte bu cümlelerle de ikinci aşamaya geçmiş bulunuyorum. Sınavda hangi konulardan sorumlu olduğumu öğrenmek için yaptığım araştırma NASA’ya taş çıkartacak cinsten. ( Ders kitabımın “İçindekiler” bölümünü ezberlediğimi ise sonradan fark ediyorum ). Arada bir kendini iddaa oynamaya adamış arkadaşlardan çıkacak soruların tahminlerini yazıp, gerekli yerlerin altını özenle çiziyorum. ( Sırf bunun için kırmızı kalem aldım lan ben ! ). Evet… level completed. Artık ders çalışmaya hazırım. Vizeye son 23 saat !

– Bu arada ben bunları yazarken evde olanlar: Trabzon-İnter maçı berabere bitti ve Ahmet’i sakinleştirmek için ambulans çağırdık. Önay mukavemet vizesinde totem yapacakmış, şuan koltuğun üzerinde planking yapıyor. Resul ise son 4 saat içinde hayatının gevezelik rekorunu kırmış bulunmakta. Arkada çalan parçamız, Black Eyed Peas Imma be.

– Ahmet’ten son dakikalarda bi atak geldi. “Önay ! saat birazdan yatacaksın.”

Ne demiştim en son. Hee, çalışmaya hazırım… sözümü geri alıyorum. Nah hazırım ! Nere çalışıyom ben, hocanın 7 haftada işlediği konuları 7 saatte bitirebileceğim aklımın bi ucundan geçiyor ama hocanın emeğine saygımdan dolayı yapamıyorum. Boru değil lan 7 hafta !

Önce tertemiz A4 kağıtları lazım abi yoksa motive olamıyorum. Odama gidip kağıtları alana kadar iki bardak icetea şeftaliyi bitirmiş ve twitter’ı kontrol etmiş oluyorum. ( Feyza mention atmış ). İstediğim zaman internetten kalkabilme alışkanlığına sahip olmadığım için bir kaç blog yazısı da sindirmeden rahat edemiyorum. ( İstiklal Akarsu ve Siminya, güzel yazıyorlar. ) Aaaa ! yeter ama lan artık başlamalıyım. Hadi kadir hadi lan !

2 saat sonra…

….dikey kuvvetler normal gerilmeyi, yatay kuvvetler kesme gerilme…

Dırırırırıtt… Dırırırırıtt…

Noluyo lan !

Dırırırırıtt… Dırırırırıtt…

Hassiktir telefonmuş.

Tuş aç

Güvenlik kodunu gir… Dıt dıt dıt dıt dıt…

1 yeni mesaj… Göster…

“SAKARYA Carsı: 14/1 SİSLİ, Pers: 12/2 SİSL…”

Neee hava durumu mesajı mı ! Lanet olsun Turkcell, vize zamanı yapma bari lan.

45 dk sonra…

…sağ el kuralında baş parmak normali gösterece…

Ooooff ! O artı nerden geldi lan. Ahmeeet, baksana bi…

15 dk sonra…

…oğlum grafiği çiziyon orda yazıyon işte artıyı.

Hmmm, tamam lan tamam anladım eyvallah.

( Saat kaç acaba ya ?)

01:20…

Yuhh…

Ben yatıyorum gençler, yarın 9’da kalkıcam lan. Ahmet kalkamazsam uyandır beni.

Dırırırıt… Dırırırırt….

Resul: Cem hocam nbr yaa

Cem: İyidir atikcan senden ?

Uhhh. Bu saatte cemle mi konusuyon lan…

Not: Kısacası vizeden önceki gün böle geçip gidiyor hayatımdan. Yazıya mutfakda biriken bulaşıkları ve açlığımı eklemek istemedim. Yoksa bitmezdi bu yazı. Sadece bulaşıklar yeter be.

Sevgi ve saygılarımla

KADİR ÇELİK.